İşte Dursun Gürlek’in o yazısı İstanbul’umuzdaki tarihi camiler genellikle banilerinin ve baniyelerinin isimlerini taşırlar. Bunların dışında …
İşte Dursun Gürlek’in o yazısı
İstanbul’umuzdaki tarihi camiler genellikle banilerinin ve baniyelerinin isimlerini taşırlar. Bunların dışında Sanki Yedim Camii, Sormagir Camii, Keyci Hatun Camii, Üçbaş Camii gibi ilginç adları olan camilerin de varlığı biliniyor. Selatin camileri, onları yaptıran padişahların isimlerini taşıdıkları halde bazıları bu kuralın dışında kalmış. Üçüncü Mustafa’nın üç, hatta dört camisi var ama hiç biri padişahın adıyla bilinmiyor. Laleli Camii, Ayazma Camii, İskele Camii gibi… Keza, İkinci Mahmud’un iki camisinden birine Nusretiye, diğerine de Hidayet Camii denilmiş.
Şimdi Hidayet Camii üzerinde biraz duralım ve bilmeyenler için önce bu kelimenin anlamını verelim. Hidayet, lügatlere bakacak olursak, doğru yolu arama, Allah’ın yardımı, İslam’a davet etme gibi mânâlara geliyor. Evet efendim, sadece insanlar değil, yer yüzündeki gayr-i müslim kimliğini taşıyan bazı şehirler de hidayete erme şerefini yaşarlar. Bunun tarihteki en canlı örneği kadim Bizans’ın başkentidir. Bilindiği üzere Konstantıniyye 29 Mayıs 1453’de – Hazreti Fatih’in vesile olmasıyla – hidayete erip Müslüman oldu ve İstanbul adını aldı. Zaten İstanbul’un bir ismi de “İslambol”dur.
Biliyor musunuz, şehirler gibi bazı denizler, göller, hatta caddeler ve sokaklar da böyle bir şerefle müşerref olurlar. İşte Hidayet Camii, bu ismi bulunduğu sokağın hidayete ermesiyle aldı. Anlatacağım ama önce cami hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Hidayet Camii, Eminönü’nde, Yeni Cami’nin yanında, İstanbul Ticaret Odası’nın arkasında bulunuyor. Uzaktan sadece minaresinin uç kısmı göründüğü için meraklıların dışında hiç kimse İstanbul’da böyle bir caminin olduğunu bilmez.
Hidayet Camii’ni 1814’de Sultan İkinci Mahmud yaptırdı. Bu konuda en sağlam kaynak kabul edilen Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin “Hadikatü’l – Cevami” isimli eserinden nakledecek olursak mabed fevkanidir. Yani altında bodrumu vardır. Mahfili ve Cuma vaizi bulunmaktadır. Selatin camileri gibi tam teşekküllüdür. Bu caminin yerinde daha önceleri kayıkhaneler bulunuyordu. İşte bu kayıkhanelerin üstündeki bekâr odaları fuhuşhane olarak kullanılıyordu. Bundan dolayı mekânın adı, halk arasında Melek Girmez Sokağı’ydı. Orijinal ifadesiyle “Gazi Sultan Mahmud Han-ı Adli Hazretleri kemâl-i gayreti diniyye ve ibâdı-ı Müslimini fısk ve fesaddan vikâye niyyet-i hayriyyesi ile” bu fuhuş yuvasını yıktırdı ve yerine yaptırdığı camiye de, sokak hidayete erdi, anlamında, “Hidayet Camii” adını verdirdi.
Meşhur İstanbul tarihçisi İhtifalci Mehmed Ziya Bey de, bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Bahçekapısı’nda el-yevm (1920) yılında Gümrük Dairesi’nin anbar kısmıyla Hidayet Camii’nin bulunduğu yer, bundan 25-30 sene evveline gelinceye kadar iskele idi. Boğaziçi’nden, Üsküdar’dan, Marmara sahillerindeki iskelelerden gelen kayıklar, küçük yelkenliler sebze, meyve, kömür, odundan ibaret olan yüklerini bu iskeleye çıkarırlardı. Buraya ihraç edilen üzüm ve sebze küfelerinden çıkarılan saz, sap ve diğer çörçöpler ekseriya bu iskele üzerinde bırakılarak, denize ilka edildiğinden burası, adeta bataklık halindeydi. Buranın bu halini gördük, biliriz.
Buradaki kayıkhanelerin üzerleri bekâr odalarıydı. Orada fuhuş yapıldığı duyulunca Sultan Mahmud Han’ın iradesiyle baskın düzenlendi. Gerçekten de bir takım fahişe kadınlarla müskirat (içki) zuhur ettiği için hepsi yıktırıldı, yerine ahşap olarak Hidayet Camii yaptırıldı. 22.07.1814’de padişah da Cuma namazını burada kıldı.
Hidayet Camii, Cennetmekan Abdülhamid-i Sânî zamanında kârgir ve fevkani olarak bugün gördüğümüz şekilde inşa edildi. Garp mimari tarzındaki saçaklı avlu kapısı da şimdiki yerine konuldu. Hidayet Camii’ne dokuz ayak taş merdivenle çıkılır.”
Tek parti diktatörlüğünün hüküm sürdüğü 1940’lı yıllarda, emsali olan diğer tarihi camiler gibi, Hidayet Camii de büyük bir zulme maruz kaldı. Her biri ayrı bir sanat eseri olan bu Osmanlı yâdigarlarının kimi satıldığı, kimi nalbant dükkânı yapıldığı, kimi tamamen yıktırıldığı gibi Hidayet Camisi de deri deposu haline getirildi ve uzun süre pis kokular içinde kalma talihsizliğine uğradı. Ben bu çirkin ve iğrenç manzarayla, eski bir derginin sayfaları arasında karşılaştım. 1 Ocak 1944 tarihli “Olay” dergisinde Cemal Refik imzasıyla ve “Deri deposu yapılan bir camimiz” başlığıyla yayımlanan yazı, – resimlerle de takviye edilerek – rezaleti bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor. Kısaca anlatayım.
Cemal Refik, bir dostu vasıtasıyla kendisini deri tüccarı olarak tanıtıyor ve caminin içine girmeyi başarıyor. Yanında foto Faik Bey de vardır. İç bulandırıcı pis bir koku ile daha merdivenlerde karşılaşıyorlar. Camiye değil de, sanki kokmuş leşlerle dolu bir mezbeleye girdiklerini zannediyorlar. Cemal Bey, hemen o anda, Rıza Tevfik’in “Harap Mabed” başlığını taşıyan şiirinden şu beyti hatırlıyor: “Şimdi harâb olan sâyebânında/ Dem çeken kuşların ömrü azalmış”. Burada da kubbe saçağının kenarlarına sıralanmış sürü sürü güvercinler “huuu huuu” sesleriyle matem şarkıları terennüm etmektedirler. Nasıl üzülmesinler ki, bu zarif caminin kubbesindeki, minberindeki, mihrabındaki o güzelim yazılar kirden, pasdan okunamaz hale gelmiştir.
Bu feci tablo karşısında şaşırıp kalan Cemal Refik Bey yazısına şu cümlelerle son veriyor:
İşte şu mabedin içinde kokmuş, çürümüş hayvan derisi yığınlarının üzerinde sahte deri tüccarı rolü oynayarak bir yandan mal sahibiyle deri pazarlığı yaparken, diğer taraftan da karşısında ağlayan gözlerle bizi seyreden şu oymalı mermer mihrabı, şu zarif minberi, şu altın yaldızlı levhaları, şu sanat âbidesi kubbeleri göz ucuyla süzüp içimi çekiyorum.”
Böyle nice İslam mabedinin hazin hikâyesini öğrenmek için rahmetli M. Şevket Eygi’nin “Cami Kıyımı”nı okumanız gerekiyor.