Mehmet Âkif Ersoy, altı yüz yıllık cihan imparatorluğunun çöküş dönemine ve bir ulusun istiklal mücadelesine tanıklık etmiş büyük bir mücadele ve …
Mehmet Âkif Ersoy, altı yüz yıllık cihan imparatorluğunun çöküş dönemine ve bir ulusun istiklal mücadelesine tanıklık etmiş büyük bir mücadele ve dava adamıdır. Bir şair, vaiz ve eylem adamıdır. Onun en önemli özelliği bütün bunların birbirinden ayırt edilemez oluşudur. Çünkü “memleket meseleleri” onun en temel önceliğidir. Şiiri neyse vaizi odur, eylemleri neyse sanat anlayışı odur. O, toplumun en çalkantılı, bezgin döneminde, şiirleriyle, vaizleriyle insanlara ufuk, ümit ve iman vaat etmiştir. Âkif, bu yüzden duruş, tavır alış, aksiyondur. Sanatı da, hayatı da, adanmış bir sanat, adanmış bir ömürdür. Âkif, devrin şartlarının hazırladığı bir edebî kimlik giyinmiştir. Ziya Gökalp gibi, Ömer Seyfettin gibi misyon adamıdır. Hayat-sanat-iman-mücadele onda iç içe olmuştur. Şartlar sürekli bir haykırış, isyan, vecd halinde olmasını gerektirmiştir. Çünkü içinde yaşadığı gerçekliğin bir ürünüdür. Onun şiirinin gücü, düşüncesinin gücünden kaynaklanır. Nâzım’ın “Âkif, inanmış adam,” dizesi, aslında her şeyi özetler. Onun için her zaman dava adamı, mücadele adamı denmesi boşuna değildir.
Âkif, Tevfik Fikret gibi Nâzım Hikmet gibi davasının şiirini yazmıştır. Döneminin sosyal, siyasal, ekonomik olaylarını şiirine taşır. O kadar ki, bir şiirinde, hayalle ilişkisi olmadığını, ne gördüyse onu yazdığını söyler. Açıktır ki Âkif, savaşlar, kıyımlar, ekonomik çöküntü, açlık, hastalık karşısındaki duyarlığını açık etmek ister. Onda gerçeği yansıtmak temel amaçtır. Toplum sorunlarına duyduğu derin ilgi onun saf sanat yapmasını engellemiştir. Dava şiiri yazarken, şiir ile hikâye arası bir biçim oluşturur. Bir imparatorluğun çöküşüne tanıklık belki de ancak böyle oluşturulabilirdi. Bu nedenle, “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!” der bir şiirinde.
MEHMET AKİF VE TEVFİK FİKRET
Mehmet Âkif-Tevfik Fikret kavgasında bir anlamda kuruluşa doğru giden yeni devletin zihniyeti de tartışılıyordu. Bir kısım aydın ve yönetici Akif’i bir medrese adamı, Fikret’i ise Batıcı aydın tipolojisi olarak görüyordu. Aydınlar arasında saflaşma da böyle olmuştu. Mehmet Âkif -Tevfik Fikret tartışmasında belki halkın değil ama devletin yönü Tevfik Fikret’e yönelecektir. Halk ve yönetim arasında bakış açısı farklılığı Mehmet Akif üzerinden daha da netleşecektir. Bu aslında millî marşını yazdığı genç cumhuriyetle Mehmet Âkif’in mesafesinin açılmasıdır. Âkif’in yalnızlaşmasının arkasında biraz da bu gerçek yatar.
Milli Mücadele’de en önde mücadele eden, özellikle dindar halkı Kurtuluş Savaşı’na ikna eden, vaazlarıyla, yazılarıyla mücadelenin içinde olan, ilk mecliste milletvekili olarak yer alan Mehmet Âkif, yeni devletle birlikte sakıncalı konuma düşer, devlet kendisini tehdit olarak algılar ve adım adım takip ettirir. Çıkardığı gazetesi kapatılır, yol arkadaşı Ruşen Eşref idamla yargılanır, Safahat ülkesinde yasaklanır. “İrtica 906” kod adıyla gidip geldiği yerler, görüştüğü kişiler, konuşmaları kayıt altına alınır. Ülkesinden on bir yıl ayrı yoksulluk içinde yaşar. Yurt dışında Mısır’da bastırdığı kitabının bile ülkeye girişi yasaklanır. 1943 yılına kadar Safahat’ın yeni basımı yapılamaz.
Kanon ona tam da bu noktadan (sakıncalı isim) saldırır ve onu dışarıda bırakır. Ne var ki bu noktanın tartışılabilir olması nedeniyle “iyi şair olmadığı” yargısıyla gerçek niyetlerini perdelerler. Kuşkusuz bir şaire Türk İnkılâbına hizmeti açısından yaklaşılarak bir değer hükmü verilmesi anlaşılır şey değildir. Ülkenin resmî marşını yazmak bile onun resmî ideoloji tarafından dışlanmasından koruyamamıştır. Devlet, resmî kurumları onu yalnız bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde edebiyat kanonunun tek belirleyicisi resmî ideoloji Âkif’i dışarda tutmuştur. Resmî kanon Behçet Kemal Çağlar’ı kanon olarak teklif etmiş ancak zaman onu elemiş, reddettiği Mehmet Âkif, kanon olarak yeniden keşfedilmiştir.
İSTİKLAL MARŞI VE ÇANAKKALE DESTANI AFFEDİLMEDİ
Kanon, onun “Çanakkale Destanı” ve “İstiklal Marşı”nı yazmasını affetmedi. İnkılabı benimsemediği yargısıyla onu silmeye kalktılar. Nizamettin Nazif Tepedenli gibiler ise daha dengeli davrandılar: “O bir hayli Müslümandı. Ben bir hayli athe idim. Buna rağmen kelimelere verdiği ahenk, söze verdiği güzellik, ifadeyi ulaştırdığı yükseklik Akif’i idrak etmemi zaruri kılmıştı.” Falih Rıfkı Atay da onun hakkını teslim edenlerdendir: “Birçok fikirlerde birleşemediğimiz Akif’in bizden asla ayrılmayan tarafı, şerefli bir millet görmek davası idi. Akif, kara softaların binbirinde gördüğümüz zilletlerin hepsinden uzak kalmıştır. Bizim fikirlerimize düşmanlığı asla vatana aykırı bir politika içine sürüklememiştir.”
Âkif’in baskı altında yaşadıklarını ve yalnızlığını anlayamayan 30 yaşındaki genç yazar Sabahattin Ali 1937’de bir soruşturmaya verdiği cevapta “Akif yürüyen tarihinin arkasından yetişemeyeceğini anlayınca kenara çekilmeyi tercih etmiştir” demiş, ona yapılan baskıları anlayamamıştı. Ama sanki Akif’in ahı tutmuş gibi Sabahattin Ali, kendi ülkesinde âdeta nefes alamayacak hâle getirilecek, hapishaneden hapishaneye sürüklenecek sonra yurt dışına kaçarak kurtulmak isterken sınırda yönetimce öldürülecektir.
1960’lara gelindiğinde ise, politik-sol anlayışların dünyada/ülkede ivme kazanması edebiyata da yansımış ve “gerçekçilik” anlayışının, “sosyal endişe”nin eserlerde yer bulması sonucunu doğurmuştur. Toplumculuk başlığı altında toplayacağımız bu akım, edebiyat konunu oluşturmuştur. Asım Bezirci, Fethi Naci, Memet Fuat vb. eleştirmenler öne çıkar. Âkif bu kanonca da dışlanır. Bu dönemlere daha çok Âkif “İstiklal Marşı Şairi” çemberine alınarak etkisizleştirilir.
AKİF BİZE NE SÖYLER?
Sembol, simge isimlerin bildik kaderi, üzerinde çok konuşulmalarına karşın az okunmalarıdır. Zamanla efsanelerin dokunulmazlıkları derinleşir, etrafındaki hikâyeler çoğalırken, düşüncelerinden uzaklaşılır. Âkif de bu kaderi yaşayanlardandır. Daha ilk öğretimde Âkif ismiyle karşılaşanlar, bir adım ileriye gidemezler. Bu nedenle “İstiklal Marşı Şairi” etiketiyle sınır çekilir, bu unvanla çerçevelenir. Kuşkusuz bu marş, Akif’i tanımak için önemli bir kapıdır ve bir şiirle bu milletin belleğine nakşolmak çok az şaire nasip olur. Ancak bu, bir yandan da onun mücadelesine ve düşüncesine çekilen bir sınırdır. Çünkü “İstiklal Marşı” belleğine kazınan birey, daha sonraki yaşamında tekrar dönüp Akif’e bakma ihtiyacı duymaz. “İstiklal Marşı Şairi” ve etrafındaki söylenceler ona yeter de artar bile.
Oysa Mehmet Âkif Ersoy her açıdan incelenmesi, üzerinde durulması gereken insanımızın, toprağımızın yaşadığı tarihin en önemli prototiplerinden biridir. Bir imparatorluğun çöküşüne tanıklık eden hayatı, sanat edebiyata bakışı, medeniyet ve uygarlık yaklaşımı, bugün bile önemini koruyan pek çok tartışmalara ışık tutacak müstesna mihenk taşıdır.
Kurucu öncülerin ortak yönlerinden biri milletlerinin yaşadığı en kritik dönemlerinde, en yılgın, yenilmiş ve umutsuz dönemlerinde yaşamaları ve bu kritik süreçten kurtuluş yolunu, çıkış yolunu, berrak düşünceyi göstermeleridir. Diğer yandan kurtuluş, arınma mücadelesinde aktif bir rol oynamaları, tarihsel süreçte kendilerini sorumlu, görevli hissetmeleridir. Bu anlamda başkaldıran, düzenleyen, değiştiren, düzelten bir mücadele yürütmeleridir. Toplumun kıstırılmışlık anlarını yaşadığı bir dönemde, topluma, umut, manevi güç ve direnç aşılamaları, muştu meşaleleri olmalarıdır. Ortak özelliklerinden bir diğeri de saf bir düşünce adamı olmayıp sanatçı oluşlarıdır. Ayrıca kurucu öncülerin ortak noktalarından bir diğeri de sanatları ile düşüncelerinin ayrıştırılamaz oluşu bir başka ortak paydalarıdır; bunlarda sanat ve düşünce iç içedir ve birbirinin içinde erimiştir. Bu isimlere bu nedenle, “kurtarıcı ruh”, kurtarıcı duruş” ve nihayet “kurtarıcı çıkış” olarak bakılmış, sonraki nesillere bir model olarak sunulmuşlardır.
Akif ateşten günlerde konuştuğu için insanları alev alev yakmak istemiştir. Bu dönemde edebiyat yapmak yaşanılan gerçeğe aykırı davranmaktır. O da sanatı böyle algılamış böyle yansıtmıştır. Bu yüzden Mehmet Akif’in şiiri daha çok düşünce ağırlıklı olduğu için lirizme fazla yaslanmaz. Zaten Tanzimat yazarları hep böyle yapmış fikrin şiirini yazmıştır.
Hayat sanat örtüşmesinin en tipik isimlerinden biri Âkif’tir. Sanat ve hayat onunla birlikte gider hatta hayatı sanatından daha çok şey söyler desek yeridir. Bu anlamda sanatı hayatının gölgesinde kalmıştır. Bu yüzden sanatından çok hayatını konuşuruz. Aslında ona karşı çıkanlar da sanatından çok hayatına karşıdırlar. O milletin feryadını dile getirdi, isyanın şiirini yazdı, fikrin, düşüncenin şiirini âdeta haykırdı. Şiirleri bu nedenle çığlık çığlığadır. Zaten denir ye “çığlıkta ritim aranmaz”, onun şiirleri öyledir. İnanan bir insanın feryadı, gözyaşları, isyanı şiirlerine yansıdı. İnanmadığı, hissetmediği bir şeyi yazmadı. İstiklal Marşı’na da böyle baktı: “İstiklal Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur, ancak tarihî bir değeri vardır.” Haksızlığı gözünü kapatmadan yüreğini ortaya koymaktan çekinmedi. Kazanacak olanı değil haklı olanı destekledi: “Kanayan bir yara gördüm mü yanar da ciğerim./ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. / Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım: / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”
Âkif için “gelecek zamanı anlamadı, bu yüzden bir kenara çekildi” diyenler yanıldı. Oysa zaman Âkif’i haklı çıkardı. Zamanında dikkat çektiği sorunlar aynen devam etti ve devlet yönetimde bir problem olarak ortaya çıktı. Akif böylece güçlü bir şekilde yeniden gündeme geldi. Onun bugünlerde güçlü bir şekilde yeniden gündeme gelmesinin nedenlerinden biri dönemindeki duruşunun, hayatının haklılığıdır. Bu yüzden yerlilik konusunda konuşmak isteyenler Mehmet Âkif’e başvurmuş, örnek bir duruş, örnek bir karakter arandığında onun ismi anılmış, sembol bir isim olarak adı milletin kalbinde yer etmiştir. Özellikle “İstiklal Marşı” ile bir milletin müşterek ruhunu ortaya koymuş, bu ruhun tercümanı olmuştur.