Bugün itibariyle çoğunluğumuz bir süre işten, ofisten, bilgisayardan, uzaklaşıyoruz. Alışveriş merkezleri tıklım tıklım, ellerinde 1000’er TL’lik elbiseler, indirimle sadece 750 TL’ye gelen el kadar şortlarla herkes kan ter içinde kasa kuyruklarında.
Bir şekilde kendimizi güvende hissetme dürtümüz öyle ağır basıyor ki, içimizdeki çocuğa “İnan bana her şey eskisi gibi.” diyebilmek için cüzdanımızı ve hatta cüzdanımızda olmayan para kadar borçlanma kapasitemizi, tatil alışverişi için ağzına kadar açmış durumdayız.
Doldurmalıyım, doldurmalıyım, o bavulu ne yapıp edip doldurmalıyım.
Beyaz yaka olduğumuz için sahip olduğumuz en büyük meziyetleri, tatile de yansıtmak bize gurur ve onur veriyor: Minimum bütçeyle, maksimum deneyim, etkili proje ve zaman yönetimi, beklenenin ötesinde tatil memnuniyet skoru yaratmak. İşte karşınızda ‘tatili çok ama çok iyi geçirmeliyim’ stresiyle 9 günlük bir maratona ilk adımını atan bir yarışçı. Ve 9 gün sonra yorgun, bitkin, tam da tatmin olamamış şekilde şehre dönecek buruk bir savaşçı.
Peki, farklı bir tatil mümkün mü?
1-Tatilin yapılacaklar listesini yak Tatilin sözlükteki tanımı, çalışmaya ara verilen süre. Fakat çoğumuz için standart tatil tanımında, daha çok çalışmak var. Biletler alındı mı? Rezervasyonlar yapıldı mı? Bavul eksiksiz hazırlandı mı? Güneş kremleri? Ah tekne turunu aramadık. O yeni açılan kahvaltıcıda kaçta gitsek yer tutarız? Bu elbise ayrı, bu plajda giyeceğim, öbürü ise akşam için. Dur iki numaralı güneş kremini de unuttum…
Kendimizden başka kimsenin bize dayatmadığı bir “Yapılacaklar listen boşalmasın, kazara başına bir şey gelir.” düsturuyla yaşıyoruz. Tatil kafa boşaltmak için var, kafamızdaki tıklım tıklım dolu listeden iş maddelerini çıkarıp yerine tatil maddelerini koymak için değil.
Bu gerçek bir tatile benzesin istiyorsanız, “Tatilde yapılacaklar listeniz”in en az yarısını hemen yakın. Kafa boşaltmaya çalışıyoruz.
2- Otopilottan çık, özgün bir yerden yayın yap
Tatile tatil denmesi için, otopilotta arkadaş grubunun peşine takılıp, kimsenin aslında neden gidildiğini bilmediği mekanlara gitmek, kimse “Yahu bu kadar paraya değer mi?” ya da “Bu tıklım tıklım mekânda neden oturalım ki? Sahilde yürüsek daha iyi.” demeye cesaret edemediği için hep birlikte bir sessiz tatil işkencesine maruz kalmak gerekmiyor.
Tatilin kültürel dayatmalarına inat, gerçek anlamda farklı deneyimler yaşamak için gözlerimizi açık tutmak gerekiyor. Sorgulamak tatilin doğasına uygun gelmiyor biliyorum, sanki her tatil yöresinin kendine özel sessiz ama zorunlu bir “oradaki tatili yaşama” rehberi var. “Buraya gelince şunu yapmadan olmaz” lara sorgusuz sualsiz teslim olmak ise “Yahu tatil tatil dedik dinlenmek yerine yorulup döndük.” klişesiyle sonlanıyor.
“Peki benim tatil tanımım nedir?” diye sormak büyüyü bozabilir. Kişiye özgü bir tatil tanımının sonucu daha az yorucu, daha tatmin edici, şaşırtıcı şekilde daha az para harcanan ama daha özgün zaman geçirilen bir tatile dönüşebilir.
3-Kim olduğunun bilinmediği tek yerdesin
Unvandan sıyrılmış bir halde uzun omlet kuyruğunda beklemek birçok kişi için sandığından daha büyük bir travma. Kariyerini egosu üzerine inşa etmiş ve ofis sınırlarında kendine yarattığı personaya tapanlar için, tatilin depresif bir deneyime dönüşebildiğini biliyor muydunuz? Tabii ki bu siz değilsinizdir.
Ama yine de kabul edelim, bir anda adsız, kimliksiz hale gelmek tatili hafif olduğu kadar tehditkâr da yapmıyor mu? Burası kimsenin başardıklarınla ilgilenmediği tek yer. Orada parmak arası terliklerinle duruyorsun ve sadece o anki halinle var oluyorsun.
Bunun güzelliği bir parça daha özgür davranabilmek. Tatil, dayanamayıp e-postalara bakma çabasını sürdürmek, o yıllarca özenle inşa ettiğin ofis personasının bir parçasını yanında götürmek için doğru yer değil. Hiç kimse olmamanın tadını çıkarmak için en güzel yer tatil, ama bunu unutuyoruz.
Sadece yan yana oturduğumuz için biriyle sohbet edip sonra kalkıp gideceğimiz, işlerin güçlerin şehir klişelerinin konuşulmadığı bir deneyim olarak yaşandığında, sahiden de dinlendirici olabiliyor.
4-Yeni bir kimlik hayal etmek için doğru yer burası Her saniye bilfiil iş başında olmazsak, yemek pişerken e-posta cevaplayıp, online market siparişi verirken bir yandan çocuğumuzla evet-hayır oyunu oynamazsak, toplantı için kulaklıkla konuşurken yürüyüş yapmazsak başımıza yıkılacak bir dünyamız var. Oradan bir süre uzaklaşmak büyük soruları sormak için doğru zaman.
Sahi bu her tarafı dolup taşan rutine başta neden girmiştim? Nereleri hâlâ anlamlı, nereleri değil? Tatilde olmadığımda gün içinde yaptığım onlarca şey, benim olmak istediğim kişiyle ne kadar uyumlu? Değilse tatil dönüşü küçük bir şey değiştirsem bu ne olurdu?
Tatilin rehavetinde bir an genelde ruhumuz bizi, CEO’yu tuvalete giderken onay için yakalar gibi yakalar. VE yakaladığı an affetmez yapıştırır soruyu: ‘Sahi şehre döndüğünde kim olmak istiyorsun?’ Kulak tıkamak yerine dinlemek için güzel bir fırsat olabilir.
Bonus: Bir kitap önerisi ve tatil için eğlenceli bir psikolojik egzersiz
Kitap Önerisi: Psikolojik Sağlamlık, Ayşe Bilge Selçuk
İki gündür, henüz raflarda yerini alan, üniversiteden değerli hocam Ayşe Bilge Selçuk’un Psikolojik Sağlamlık kitabını okuyorum.
Çocukluğumdan beri “Güçlü olmak”, “Güçlü kadın olmak” gibi terimleri duyunca kalbim sıkışır. Sürekli daha güçlü, daha dayanıklı olma çabasına girişmek bana çok yorucu ve boğucu gelir. Ama psikolojik sağlamlık böyle bir konu değil.
Ruhumuzun alet çantasında gerekli tüm aletlerin bulunduğuna ve daha önemlisi hangi durumda hangisine başvuracağımızı bildiğimize emin olmakla ilgili.
Hayatın hep değişken, sürprizlerle dolu, bizi durmadan kamikazeye bindiren, tam her şeyi oturttum derken altımızdan minderi çeken, tam yerleştim derken elimize bir bilet tutuşturan inişli-çıkışlı haline keyifle, kolayca uyumlanabilmek demek.
Çok kıymetli bir psikoloji profesörünün anlatımıyla psikolojik sağlamlığı okumak gerçekten önemli bir kazanım. Bir anda sizi zırhlarla kuşatıyor; sürekli güçlü olmanız için değil, güçsüz olmak istediğinizde bunu da bilinçle yapabilmeniz, kendinizi farklı durumlarda regüle edebilmeniz için.
Egzersiz: Bu sana ne hissettirdi? Terapi koltuğunda otururken, bir gün konu (şaşılmayacak şekilde) duygulara geldi. Çoğu kişi gibi ben de zaman içinde kendimi duygularından uzaklaşmış, çok mantıklı hale gelmiş biri olarak tanımlıyordum. Çünkü büyümenin tanımı budur değil mi?
Bundan utanmıyor aslında gurur da duyuyordum: Duygular şelalesinde yaşayan balık burcu bir küçük kız olarak yetişmiştim ve bir gün mantıklı, duygular seline kapılmayan biri olmuş olmak bana aklıselim bir dönüşüm gibi pazarlanmıştı. Ben de buna inanmaya devam ediyordum.
Fakat terapi koltuğuna duygular konusunu getirmemin bir sebebi vardı: Biraz ileri gitmiştim ve gerçekten de artık neredeyse bir şey hissedemiyordum.
Bu konuyu konuştuktan sonra, terapistim çok basit bir ödev verdi:
Bu hafta yaşayacağın her olayın ardından, hemen “Şimdi ne yapmalıyım? Bu doğrultuda almam gereken aksiyon nedir?” e geçmeden kendine durup şunu sormanı istiyorum: “Bu bana ne hissettirdi? Dilersen, burada bir örnek yaparak başalyalım.”
Ve böylece psikoloğum bana o hafta yaşadığım bir olayı anlatmamı söyledi, herhangi bir şey. Aklıma hemen işle ilgili dört gözle beklediğim, ama son dakikada ertelenen çok önemli bir üst düzey sunum geldi.
“Bu sana ne hissetirdi?” diye sordu psikoloğum.
“Ne hissettirecek canım? İş hayatı bu, böyle şeyler olabilir. Yeni bir tarihte yapılacaktır.” dedim.
Sonra bir örnek daha, bir örnek daha, bir örnek daha. Sürekli papağan gibi tekrarlıyordum “Bu bana bir şey hissettirmedi? Bu bir şey hissettirecek bir konu değil ki? ” deyip ardından konuyla ilgili aldığım aksiyonu, yaptığım planı anlatıyordum.
Ayşe Bilge Selçuk hocam Psikolojik Sağlamlık kitabında bu durumu çok güzel açıklamış:
“Bu sana ne hissettirdi? diye sorulduğunda duygumuzu söylemekte zorlanıp hissettiğimiz şeyi anlatmaya, tasvir etmeye çalışıyor, bazen duygu yerine düşüncemizden söz etmeye başlayabiliyoruz…. “Hissediyor olduğumuz duyguyu anlamak, yönetebiliyor olmanın ilk aşaması.”
Bu “Bu bana ne hissettirdi?” sorusunun altın değerinde olduğunu, üzerinde yeterince çalıştıktan sonra anlayabildim. Meğer küçük büyük yaşadığım birçok şey bana gerçekten de bir şey hissettiriyormuş. Ama bunu tanımlamaktan çok, çok uzaklaşmışım.
Sizin için de durum böyle olabilir. Hedefler, sonuçlar, engelleri aşma labirentinde dönüp durmaktan duygularınızla bağlantınız fark etmeden bir yerlerde kopup gittiyse, tatil bu egzersizi kafanızın içinde yapmak için harika bir zaman bence. Şezlonga uzanın, kapatın gözlerinizi ve küçücük olaylar üstünden düşünün:
“Bu sabah plaj çantasına peştemalimi koymadığımı ancak plaja gelince fark ettim. Bu bana ne hissettirdi?”
“Kahvaltıda otelden sıkma portakal suyu istedim, maalesef efendim, onun yerine limonatamız var, dediler. Bu bana ne hissettirdi?”
“Bir paraşüt keyfi yapalım dedik, fiyatlarımız euro üzerinden dediler, bu bana ne hissettirdi?”
Konunun ne kadar küçük ya da önemsiz olduğu fark etmez. Önemli olan bizi duygularımızı fark etmeye ve tekrar duygularımızla bağ kurmaya yönlendirmesi.
Belki böylece, her şeyi planlı, tertipli ve hesaplı beyaz yakamıza uzak, kendi doğamıza ve ten rengi yakamıza daha yakın bir tatil geçiririz, ne dersiniz?
Hepimize iyi tatiller!
Instagram
Linkedin
Substack
‘Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio’nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio’