Haber7 müellifi Prof. Dr. Cet Atun bugünkü, “Mehmetçik’siz bir Kıbrıs olamaz!” başlıklı yazısında “‘Türkiye olmasaydı’yı düşünmek bile …
Haber7 müellifi Prof. Dr. Cet Atun bugünkü, “Mehmetçik’siz bir Kıbrıs olamaz!” başlıklı yazısında “‘Türkiye olmasaydı’yı düşünmek bile istemiyorum çünkü Türkiye olmasaydı bugün Kıbrıs’ta Türk varlığı olmazdı… “ diye yazdı.
Prof. Dr. Cet Atun’un bugünkü köşe yazısı şöyle:
“Sosyal medyada bir beyefendi, “biz direnmeseydik, Türkiye burayı hayalinde göremezdi” diyor. Ben de ona diyorum ki, Türkiye olmasaydı sen bu türlü bağımsız bir devlette yaşayıp, bu türlü laflar edemezdin. Sana mehel görünen yalnızca azınlıktı.
“Türkiye olmasaydı”yı düşünmek bile istemiyorum çünkü Türkiye olmasaydı bugün Kıbrıs’ta Türk varlığı olmazdı.
Canını hiçe sayan, Kıbrıs’ı vatanının bir kesimi görerek korkusuzca savaşan Mehmetçikle ilgili anılarımız çok. Ben yeri gelmişken birini anlatayım;
Kahraman Mehmetçiklerimiz, 14 Ağustos 1974 sabahı başlayan 2. Barış Harekatında, önlerine çıkan Rum Ulusal Muhafız Ordusu (RMMO) ile onlara Yunanistan’dan destek gönderilen Komando Birliklerini adeta silindir üzere ezmiş, 15 Ağustos akşam üstü Mağusa’mıza ulaşmışlardı.
96 yıldır hasretle beklediğimiz Mehmetçik ile göz yaşları içinde kucaklaştıktan sonra Mekanize Birlik Kumandanı rahmetlik Üsteğmen Erdoğan Acar’a, “Lefkoşa’dan çarpışa çarpışa kaç saatte geldiniz Mağusa’ya” diye sorduğumda aldığım karşılık beni şok etmiş, bir o kadar da Mehmetçiğimizle bir kere gurur duymama neden olmuştu. Bana verdiği cevap “yaklaşık 1 saat”ti.
Şaşırmamın sebebi,1974 yılında Lefkoşa-Mağusa ortası tek şerit bir yol olduğundan için arabayla dahi lakin 45-50 dakikada gelinebilmesiydi.
“Eeee, Rum ordusu ile karşılaşmadınız mı, hiç çarpışmadınız mı?” diye sorduğumda, “Bizi uzaktan gören Rum birlikleri, yakınlaşmamızı bile beklemeden çabucak kaçıyorlardı, bu nedenle tek bir kurşun bile atmadan Mağusa’ya geldik” demişti rahmetlik Erdoğan kumandanımız.
1963-1974 yılları ortasında Kıbrıs Cumhuriyeti Rumlar tarafından işgal edilmiş olduğu için, yasal prosedürle RMMO’nun ihtiyaç duyduğu tüm silahlar, tank, meslek, kamyon, top, tüfek, roket atar ve gerekli olan her tıp cephane, bol ölçüde yasal yollardan Kıbrıs’a gelmekteydi. Sayıca bizlerin dört katı olan Rumlar da, Kıbrıslı Türkleri adadan atmak ve yok etmek için, muhafazasız Türk köylerine saldırırlarken, kendilerini “aslanlar” zannediyorlardı. İşte bu çakma aslanların Mehmetçik’in karşısında sıçanlar üzere kaçacak delik aradıklarını gözlerimle görmenin memnunluğunu yaşadım.
17 Ağustos sabahı, ben ve yanımda bir manga mücahitle komutanımızın buyruğu ile Mağusa ve Karpaz bölgesinde bulunan Rum köylerine, “çatışmadan teslim olmaları” talimatını götürmek için yola çıktık. Yaklaşık 15 dakika gittikten sonra ana yolun kenarında Türk Silahlı Kuvvetlerine ilişkin bir cipin yana devrilmiş olduğunu gördük. Tekerlekleri hala dönmekte olduğundan tuzak olabilir kanısı ile aktif mermi uzaklığı dışında durduk ve silah arkadaşlarımın kimi aracımızın ardına, kimi de banket içine mevzilenirken ben de temkinli bir biçimde cipe yaklaşmaya başladım. Arkadaşlarımın çalılara ve mümkün siperlere ateşine kimse karşılık vermeyince etrafta Rum askerleri olmadığına karar verdim ve koşarak cipe yaklaştım.
Yana devrilmiş cipte bir sürücü ve bir astsubay vardı. Sürücü tarafı üstte, astsubayın tarafı yola yapışmış vaziyetteydi. Astsubayın yüzü ve elbiseleri kan içindeydi. Ben her ikisinin de vurulduğunu düşündüm ve çabucak astsubayımızı koltuğundan yavaşça çekerek yere uzunluklu boyunca yatırmaya çalıştım. Gözüm sol eli ile sıkı sıkı üzerini kapatmaya çalıştığı, kan içindeki sağ eline gitti. Bir anda başparmağının yerinde olmadığını fark ettim… Kopup bir yerlere fırlamıştı başparmağı.
Astsubayımıza “merak etme parmağını bulup çabucak seni hastaneye götüreceğim” der demez, sanırım ne olduğunu yeni yeni fark etmeye başladı ve beni itekleyerek “Silahım, silahım… Silahımı bulmalıyım… O benim namusum” diyerek ayağa kalkmak için atılım yaptı. Bu ortada ben de kopan başparmağı arıyordum gözlerimle. “Silahını boş ver kumandanım, nasıl olsa buluruz, seni hastaneye yetiştirelim, kanı durdursunlar, parmağını diksinler” dememi hiç dikkate almıyor, -belki de beni hiç duymuyor- “Silahım, silahım… O benim namusum. Onsuz hiçbir yere gitmem” diyordu aralıksız…
Silah arkadaşlarıma “komutanımızın Kırıkkale 45’lik tabancasını çabucak arayıp bulun” dedim. Deva yoktu… Silahı bulmazsak astsubayı hastaneye götüremeyecektik. Bize saatler sürmüş üzere gelen bir iki dakika sonra bir arkadaşımız “buldum” diye haykırıp, koşa koşa astsubayımızın silahını getirdi. Silahını gören astsubayın yüzü güldü ve kendinden geçerek bayıldı.
Silahını parmağından daha değerli gören kahraman Mehmetçiği çabucak seferi hastaneye yetiştirdik. Başarılı bir ameliyatla parmağı da yerine dikildi. Ameliyatı yapanların bir tanesi, KKTC 3. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu, oburu de rahmetlik amcam Başhekim Dr. Ali Atun’du.
İşte o gün, niçin Türk askerinin girdiği her savaşta başarılı olduğuna bir kere daha şahit oldum…
Ortadan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra Mağusa’da bir beyefendi yanıma geldi. Tanımıyordum… Beyefendi, kendini tanıtmadan sağ elinin başparmağını uzattı ve gülerek “bunu tanıdın mı?” diye sordu. Nasıl unutabilirdim ki başparmağının kopmuş olmasına karşın silahı bulunmadan hastaneye gitmeyi reddeden kahraman Mehmetçiği. Sarıldık, kucaklaştık, hasret giderdik…
Düzgün ki varsın Mehmetçik, güzel ki varsın anavatanım Türkiye’m. Sayende hayattayız, KKTC’mizi kurduk, başımız dik, hükümran ve özgürüz…”